Mehmet Akif Ersoy’un Hayatı Hakkında Edindiğiniz Bilgileri Aşağıya Kısaca Yazınız.


Mehmet Akif Ersoy’un  Hayatı Hakkında Edindiğiniz Bilgileri Aşağıya Kısaca Yazınız.

Hayatı:
- İstanbul’da dünyaya gelmiştir.
- İstiklal Marşı’nın yazarıdır. Kendisine Milli Şair de denilir.
-  Kaynağını İslam Dininden almıştır. İmani şiirler ve manzum hikayaler yazmıştır.
- Fatih Rüştiyesini  ve İstanbul İdadisini bitirdikten sonra, Halkalı Baytar Mektebinden mezun olmuştur.
- Halkalı Yüksek Ziraat Mektebi ile Edebiyat  Fakültesinde  edebiyat dersleri okutmuştur.
- Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’ya  inceleme gezisine gönderilmiştir.
- Burdur Milletvekili  olmuştur .
- Türk şiirine gerçek realizmi getiren kişidir.
- Aruz ölçüsünü ustalıkla kullanmıştır .
- Epik ve didaktik şiirler yazmıştır.
- Şiirinin konusunu genelde günlük olaylardan esinlenerek yazmıştır.
- İstiklal Marşı’nı halka armağan ettiği için  marşı kitabına almamıştır.
- Nazmı nesre yaklaştırmıştır.

Tarihimizdeki Değeri:
Milli şairimiz olan Mehmet Akif Ersoy İstiklal Marşı’nı  yazmış ve bunu milletine armağan etmiştir. Yazdığı bu marş o kadar güzel ve o kadar etkilidir ki milletimiz marşımızdan  çok etkilenmiş ve marşı çok beğenmiştir. Onun için Mehmet Akif Ersoy gönüllerde taht edinmiştir. Yazdığı İstiklal Marşı için tek kuruş dahi talep etmemiş, para verilirse bu işi yapmayacağını söyleyen değerli bir şahsiyettir.


Eserleri: Çanakkale Şehitlerine, Asım, Küfe, Safahat, Seyfi Baba, Gölgeler, Hatıralar, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Bülbül.


Eserlerinde işlediği konular: Vatan sevgisi, millet sevgisi, yoksulluk, cehalet,  kahramanlık,  manzum hikayeler, epik ve didaktik şiirler.

Not: Mehmet Akif Ersoy’un bir şiirini burada paylaşalım:

Çanakkale Şehitlerine
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!”
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam ;
Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre .
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer ;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

1 yorum:

Deneme