Sabır ve Azmin Başarıya Etkisi Konulu Konuşma

 

Sabır ve Azmin Başarıya Etkisi Konulu Konuşma


Başarılı olmak için çalışmak ve kendine güvenmek gerekir. Çalışmak tek başına yeterli olmaz. Bunun için azim ve sabır da olmazsa olmazlardandır. Çünkü sabırlı ve kararlı olan insanlar eninde sonunda istediği hedefe ulaşır.


Sevgili öğretmenim, değerli arkadaşlarım,

Sabır ve azim başarıya giden süreçte birbirini tamamlayan ki temel unsurdur. Sabır kişinin süreç boyunca karşılaştığı güçlüklere karşı dirençli olmasını sağlarken, azim ise amaçlara yaklaşmak için gereken kararlılığı göstermedir. Sabırlı insan başarıya ulaşmak için acele etmez. İşlerini adım adım yapar ki daha kalıcı  ve sağlam sonuçlara ulaşabilsin. Azimli insanlar için umutlarını asla kaybetmezler ve inatla amaca ulaşmak için çalışmaya, alın teri dökmeye devam ederler. Sabırlı ve azimli olan kimseler uzun vadeli başarı sağlarlar. Böyle insanların özgüveni de yüksek olur. Onun için temeli çok iyi atmak, sabırla ve azimle de bunu taçlandırmak gerekir. 


Örneğin yakın bir tanıdığım doktor olmadan önce nasıl bu başarıyı sağladığını bize anlatmıştı. Küçücük yaşlardan beri sabırla çalışmaya devam etmiş. Ailesinin maddi durumu olmamasına rağmen arkadaşlarını kaynak kitabını ödünç alıyor, kitabın üzerini çizmeden soruları çözüyor ve sahiplerine geri veriyormuş. Düşünün kitap alacak parası yokmuş ama sabrı varmış, azmi varmış.


 Bu süreç böylece devam etmiş ama o kişi doktor olmak için var gücü ile çalışmaya devam etmiş ve en sonunda amacına ulaşmış. Askla pes  etmemiş, bahane bulmamış ve şikayet etmek yerine çözüm odaklı olmuş ve şu anda da çok iyi bir yerde çok aranan bir doktor olarak hayatına devam ediyor. Sabrın ve azmin başarıya etkisi bu örnek olsa. Anlatacaklarım bunlardır. Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.

Aşağıdaki Dergi Yazısını Okuyunuz Yazıdan Hareketle Çocuklarla Bilim İnsanları Arasındaki Ortak Özellikleri Belirleyiniz

 

Aşağıdaki Dergi Yazısını Okuyunuz Yazıdan Hareketle Çocuklarla Bilim İnsanları Arasındaki Ortak Özellikleri Belirleyiniz


 Canan Dağdeviren çocukken taşları kırıp içlerindeki atomu bulmaya çalışırmış. Meraklı bir çocukmuş ve deneyler yapmayı severmiş. Ailesi de onu bu konuda desteklermiş. İyi eğitim almış, merakının peşinden gitmiş ve şimdiye kadar iki tıbbi cihaz geliştirmiş: Giyilebilen kalp pili ve esnek deri algılayıcı. Genç buluşçunun bilimle uğraşmak isteyenlere birkaç önerisi var:


“Soru sorun, hayal kurun, plan yapın, bilimsel kaynakları tarayın ve mümkün olduğunca kendinizden farklı insanlarla bir araya gelin. En çok bilgiyi farklı insanlardan öğrenir, olaylara farklı açılardan bakabilme kabiliyeti kazanırız. Yazıyı okuduğumuz zaman çocuklar ile bilim insanları arasındaki ortak özelliklerin şunlar olduğunu hemen görürüz: Meraklı olmak, merakının peşinden koşmak, azimli olmak, yılmamak, çalışkan olmak, heyecanlı olmak, sürekli soru sormak, hayal kurmak vb. diyebiliriz. Bunlar hem çocuklarda olan özellikler hem de bilim insanlarında olan özelliklerdir. 


Çocukken  çok soru sorardık, meraklıydık, hayal kurardık. Büyüdüğümüz zaman da bu özelliklerimizi kaybetmemeliyiz ve tıpkı bilim insanları gibi meraklı olmaya, çalışkan olmaya ve üretken olmaya devam etmeliyiz. Böyle olursak başarı ve mutluluk bizimle gelecektir.

Karagöz ve Hacivat’ın Kişilik Özellikleri

 

Karagöz ve Hacivat’ın Kişilik Özellikleri


Türk gölge oyunun  en bilinen karakterleri Hacivat ve Karagöz’dür. İki karakter toplumun farklı kesimlerini yansıtırlar. Birbirleri ile çatışan bu iki karakter hem eğlendirir, hem toplumsal mesajlar verirler.


 Karagöz’ün kişilik özellikleri şunlardır:

 Karagöz okumamış cahil biridir.  Halkın saf ve doğal temsilcisidir. Hacivat'ın kullandığı kelimeleri anlamaz ya da yanlış anlar ve komik duruma düşer. Düşündüklerini çekinmeden doğrudan söyler. Bunun için patavatsız ve dobradır denilir. Bu özelliği onu halkın gözünde sevimli hale getirir. Haksızlıklara karşı çıkar ve doğruyu söylemekten asla çekinmez. Meraklıdır, olaylara hızlı tepki verir. Düzenli bir işi  yoktur. Geçici işlerde çalışır. Bu da onun hayat mücadelesini anlatır.

 

Hacivat’ın kişilik özellikleri şunlardır:

Görgülü ve eğitimlidir. Bundan dolayı da bilgi sahibidir. Farsça ve Arapça kelimeler kullanır. Toplumun aydın kesimini yansıtır. Nazik ve kibardır. Karagöz’ü sık sık uyarır ve ona yol gösterir. Herkesin nabzına göre şerbet veren politik biridir. Bu özelliği onu kimi zaman ikiyüzlü olarak yansıtır. Karagöz’ü de eğitmek ister ama Karagöz onun öğütlerini dinlemez, anlamaz. Toplumda herkesle iletişim içinde olan ve işlerini kolaylaştıran bir karakterdir. Yani sosyal biridir.

Herhangi Bir Alanda Başarılı Olan Bir Büyüğünüzle Onun Bu Yolda Ne Tür Zorluklarla Karşılaştığını Konuşunuz.

 

Herhangi Bir Alanda Başarılı Olan Bir Büyüğünüzle Onun Bu Yolda Ne Tür Zorluklarla Karşılaştığını Konuşunuz.


Başarılı olmak için sabır, azim, mücadele, alın teri gerekir. Ben de yakın tanıdığım bir  iş insanın başarılı olduğu alanda nasıl başarılı olduğunu sordum ve o da bana yaşadıklarını tek tek anlattı. Yaşar Amca'nın ağzından duyduklarıma şimdi hikayeye dönüştürüyorum. Yaşar Amca küçüklüğünden beri spora meraklı biriydi. Çok güzel de futbol oynardı ve ileride futbolcu olmak istiyordu. Yetenekli, azimliydi. Bir spor kulübüne gitmek ve orada kendini göstermek istiyordu ama babasının maddi durumu iyi olmadığı için kulübe gidememiş ve bu durum içinde bir acı olarak kalmıştı. Okulda yeteneği ortaya çıksa da maddi durum olmadığı için ona kimse sahip çıkmamış. Kimi zaman amatör takımlarda oynamış ama destekçisi olmadığı için yine bir başına gelmiş.


 Daha sonra belediyede temizlik işçisi olarak hayatına başlamış ama içindeki o futbol aşkı asla bitmemiş. Madem ben futbolcu olamadım öyleyse ben de imkanlarım doğrultusunda kredi çekerek kendi futbol kulübümü kurar ve oraya gelen öğrencilere hocalık eder, çalışır, alın teri döker ve başarılı olurum inancı ile yola çıkmış ve dediklerini de bir bir başarmış. Yaşar Amca önce devletten yüklü miktarda kredi çekmiş ve kulübü kurmuş. Daha sonra çok güvendiği yakın bir arkadaşını da işe almış ve onunla birlikte olup kulübün reklamını yapmışla rve yaşadığı şehirdeki çocuklar da kulübe yazılmaya başlamış. Başlarda çok fazla bir geliri olmayan Yaşar Amca çalıştıkça, emek ettikçe işi büyütmüş ve zamanla yaptığı işten kâr etmeye başlamış. Kulübe gelen çocukları elinden geldiğince iyi yetiştiriyor, onlarla ilgileniyormuş. Maddi durumu olmayan yetenekli çocuklardan da asla para almamış. 


İş bu şekilde devam etmiş ve kulüp büyüdükçe büyümüş. Yaşar Amca şu anda çok mutlu. Hem çok güzel bir geliri var, hem de kendisinin yetiştirip başka kulüplere sattığı futbolcular. Kendi ile gurur duyuyor. Arada bir arkadaşları ile halı saha maçına gidiyor ama eskisi kadar yüreğinde acı kalmamış. Yaşadığı zorluklar onu daha güçlü hale getirmiş, daha savaşçı olmuş, daha başarılı olmuş. Şu anda zengin bir insan, mutlu bir insan olarak kulübünü yaşatmaya devam ediyor. Oraya giden öğrenciler de Yaşar Hocasını çok seviyor. Kulüp aile gibi olmuş. İnsan isterse güçlüklerin üstesinden geliyor ve başarıyormuş.

Eğer Polis Olsaydım Konulu Konuşma

 

Eğer Polis Olsaydım Konulu Konuşma


Polislik çok şerefli bir meslektir. Bu mesleği, yapmak yürek ister, cesaret ister ve yoğun bir vatan sevgisi hisseder. Ben ileride polis olmak, vatanıma ve milletime hizmet etmek istiyorum.


Sevgili Öğretmenim,


Eğer polis olsaydım toplumun huzur ve güvenliğini sağlamak için her türlü özveriyi gösterirdim ve toplumda huzur ve güvenlik sağlanana kadar mücadeleme devam ederdim. Suçluları yakalamak, suçları araştırmak ve adaletin sağlanması için her türlü çalışmayı titizlikle yapmaya çalışırdım. Olayları en ince ayrıntısına kadar araştırır mazlum olanın yanında olurdum, zalim olanın ise karşısında dururdum. Haksızlık karşısında asla sessiz kalmazdım. Hiçbir şekilde kimseden rüşvet almazdım ve bu onurlu mesleğin adını asla lekelemezdim. Devletime asla ihanet etmezdim. Toplum ile devamlı iletişim halinde olurdum kendimi halktan üstün görmez aksine onların hizmetçisi gibi görür ve onların mutlu olmasını sağlardım, bana olan güvenlerinin daha da çok artması için elimden gelen her türlü fedakarlığı gösterirdim.

 

Sevgili  öğretmenim,


Suçların önlenmesi için toplumu bilinçlendirmek için hazırlıklar yapardım. İnsanların hayatını kurtarırdım ve yeri geldiği zaman bu vatan için canımı feda etmekten çekinmezdim, seve seve bu vatan uğrunda şehit olmayı isterdim. Suçlular ile mücadele etmek için teknolojiden faydalanırdım, mesleğim ile ilgili kitaplar okur ve kendimi geliştirirdim. Amirlerime saygıda kusur etmezdim ve onların sözünden çıkmazdım. Hak, hukuk ve adaletin yerine gelmesi için inatla çalışmaya devam eder mesleğimi hakkı ile yerine getirmeye çalışırdım.

Elinde Sihirli Bir Değnek Olsaydı Neleri Değiştirmek İsterdin?

 

Elinde Sihirli Bir Değnek Olsaydı Neleri Değiştirmek İsterdin?


Elimde sihirli bir değnek olsaydı ilk olarak çeşitli hastalıkları olan insanların ağrılarını yok ederdim ve onların ağrılarından kurtulmasını sağlardım. Kimsenin hasta olmamasını sağlar herkesin sağlıklı olmasını isterdim. Bunun için  sağlıklı ve mutlu insanların olduğu bir toplum meydana getirirdim. Savaşları yok eder dünya barışını yayardım. Çocuklar ölmez, çocuklar mutlu olur ve çocukluğunu yaşamaya devam ederdi. Kötü insanları iyi insanlara dönüştürürdüm ve onların da iyi olmasını sağlardım. Hastalıkları yok ederdim. 


Doğal kaynakların hepsini eski haline getirir ve tertemiz kaynaklarımız var olmaya devam ederdi. Küresel sınmayı ortadan kaldırırdım. Gelir dağılımındaki adaletsizlikleri ortadan kaldırırdım. Her insanın eğitim almasını sağlardım. Cahil kimse kalmazdı. Sevgi, saygı, barışın olduğu bir dünya yapardım dünyamızı. Bilim ve teknolojide her ülkesinin gelişmesini sağlardım. Bilimi ve ilimi yayardım. 


İnsanlar sorgulayan varlıklar olsun isterdim. Araştıran, sorgulayan, empati kurma becerisine sahip duyarlı insanlar yetiştirirdim. İnsanlar arasında hoşgörü ve sevginin artmasını sağlardım. Dünyamızın daha eğlenceli olmasını sağlardım. Yoksul kimse kalmazdı, herkes mutlu olurdu, herkes ailesi ile yaşamaya mutlu bir şekilde devam ederdi.

Su İle İlgili Sloganlar

 

Su İle İlgili Sloganlar


Hayatımızın vazgeçilmez kaynağı olan sularımız ne yazık ki bizler tarafından kirletilmekte ve hunharca kullanılmaktadır. Bu durum böyle devam ederse sularımız azalacak ve kendi hayatımızı tehlikeye atacağız. İşte bunların olmaması için su ile ilgili şu sloganları hazırladık:


Su varsa hayat vardır.

Hayat su ile anlamlıdır.

Su giderse hayat da biter.

Enerji kaynağım sudur o yok olursa ne enerjim kalır ne de ben.

Doğanın en nadide hazinesidir sular.

Sular bir gün bittiği zaman paranın yenilemeyecek bir şey olduğunu anlayacaksınız.


 Su yoksa buğday yok, su yoksa meyve yok, su yoksa sebze yok, su yoksa hiçbir şey yok.

 Suyu fazla akıtma, geleceğini karartma.

Yeşilin suya ihtiyacı var, senin yeşile  bundandır ki verme sularına zarar.

Su sadece senin değil gelecek nesillerin de hakkıdır  onun için tutumlu ol.

Akan her damla bir elmastır çünkü o bir çocuğa hayat olacak onun için kıyma sularına sahip çık ona.

Doğanın bize emanetleri vardır. Toprak gibi, hava gibi, gökyüzü gibi. İşte su da bu emanetlerin can damarıdır, onun için suyuna sahip çık.


Su susar evrendeki canlılardan da ses gelmeyecektir.

Suyu korumak ve onu kirletmemek insanlık  vazifesi olmalıdır.

Gelecek için en büyük yatırım suyun sesi, suyun varlığıdır işte bundan dolayı harcama onu yok yere.

Damlayan su, tükenen en değerli hazinedir.

Suyunu ölçülü   kullan suya hasret kalma.

Dudaklarının kurmaması için, susuzluktan acı bir şekilde can vermemek için haydi sen de su tasarrufuna katıl!

Olmayan Ülke Kitabının Özeti

 

Olmayan Ülke Kitabının Özeti


Büyücüler Ay tozundan yaratıldıklarına inandıkları için topraktan gelen insanları küçümserler ve onlara karşı nefret duyarlarmış. İnsanlar da büyücülerin kendilerinden daha yetenekli olmalarını çekemez ve onları uğursuz sayar, hiçbir yerde aralarına almazlarmış. Akıl ülkesi ve hayal ülkesi adında iki ülke varmış. Akıl ülkesinde insanlar, hayal ülkesinde ise büyücüler yaşarmış. Akıl ülkesinin bir padişahı varmış. Halkı ile yakından ilgilenir, halkını çok sever, halk da padişahını çok severmiş. Her ne kadar padişah halkını çok sevse de padişahın üç tane tutkusu varmış. Bu üç tutku padişahın üç kızıymış. Gök Hanım, Yer Hanım ve Su Hanım adında kızları varmış. Kızlar evlilik çağına yaklaştıkları için babalarına karpuz göndermişler. Bu kızların artık evlenmek istediklerini ifade eden bir ipucuymuş. Padişah ise kızlarını halâ çocuk olarak görürmüş. Gel zaman git zaman kızlarının istediğini anlamış ve bunu kabul etmiş.  


Ülkesinin tüm yakışıklılıkları gelmiş ve kızlar istedikleri genç üzerine elma atacaklarmış. Gök Hanım ve Yer Hanım vezirin oğulları üzerine elma atmış. Küçük hanım olan Su Hanım ise elindeki elmayı  bir gözü kör ve  bir ayağı topal bir eşeğin üzerine atmış.Su Hanımın ablaları sevdikleri üzerine elmayı atabilmiş ve Su Hanım öyle yapamamış. Oysa onun elma attığı eşek çok yakışıklı bir delikanlıymış ve Su Hanım dışındakilere eşek olarak görünüyormuş. Padişah kızına çok öfkelenmiş ve elmayı bir eşeğin üzerine attı diye eşeği ve kızını ahıra kapatmış. Ahıra giren Su Hanım ve genç delikanlı orada konuşmuşlar ve genç delikanlı kıza şunu söylemiş: Ben büyücüler ülkesinden geliyorum. Amacım size kötülük yapmaktı ama seni görünce aşık oldum ve sevginin ne demek olduğunu anladım demiş. Kız da ona aşık olmuş. Genç adam kıza ben şimdi ölü numarası yapacağım ve sen de ahırdan kurtulacaksın daha sonra babanın yapacağı yarışmalara ben de katılacağım demiş ve dediğini de yapmış. Bu arada Su Hanım büyücü delikanlının söylediklerini ablalarına söylemiş. Ablaları bu olayı hemen babalarına iletmişler. Oysa Rüzgar adındaki büyücü oğlan Su Hanım’a aralarındaki bu sırrı söylemeyeceğine dair söz vermişti ve Su Hanım sözünü tutamamış. Genç delikanlı yarışları kazanmış ve padişah onu tutsak etmek ve öldürmek için harekete geçse de genç delikanlı büyü yardımıyla kurtulmuş ve  aslana dönüşmüş ve Su Hanımın ülkesini terk etmiş. Su Hanım çok pişman olmuş. Daha sonra Su Hanımın ablalarının düğünü olmuş. Su Hanım ise dadısına Rüzgar'ı unutamadığını ve onu aramak için yola düşeceğini söylemiş. Bunun için de  demir çarık ve demir asa alarak yola düşmüş. Günlerce Rüzgar'ı aramış. Karşısına bir altın kelebek çıkmış, altın kelebek kıza soru sormuş ve kız sorulara samimi cevap vermiş. Bunun üzerine Altın Kelebek genç delikanlıya dönüşmüş. O genç delikanlı da Rüzgar'mış. Rüzgar ise Su Hanıma şunu demiş: Nasıl ki senin baban benim babamı öldürdü ve bize düşman benim annem de babamın katili senin baban olduğu için sizden nefret ediyor ama ben seni ona kabul ettirmeye çalışacağım demiş. İki genç birbirine sımsıkı sarılmış ve aşklarından vazgeçmemişler. 


Daha sonra küreden oğlunu ve gelin adayını izleyen büyücüler kraliçesi oğluna gelini kabul edeceğini söylemiş ve yalan söylemiş. Aslında gelinden nefret ediyormuş ve onu ortadan kaldırmak için türlü oyunlara başvurmuş. Çünkü o insanmış ve insanlar büyücülerin en büyük düşmanıymış. Büyücüler kraliçesi Su Hanımı sırasıyla kız kardeşine, erkek kardeşine göndermiş ve onların Su Hanıma zarar vermesini istemiş  çünkü kendisi oğluna söz verdiği için Su Hanıma zarar veremezmiş. Annesinden şüphelenen Rüzgar bu durumun farkında olduğu için annesinden şüphelenmiş ve Su Hanımın başına kötü bir olay gelmesine izin vermemiş. Büyücüler Kraliçesi gelinine kendi zarar veremediği için her türlü yolu denemiş. Çünkü kendisi büyük Bir yemin etmişti ve ve beni ateş kuşatsın demişti. Tüm bunlara rağmen kötülük kazanmamış. Rüzgar ve Su Hanım Hayal ülkesinden de kaçmış ve kazanan sevgi, aşk, cesurluk olmuş. Rüzgar ve Su Hanım bir yıldızın peşinden gitmişler. O yıldızın adı da Venüs’müş. Venüs güzellik demekmiş. Su ve Rüzgar yeryüzüne yepyeni bir uygarlık armağan etmiş.

Kıskanç Öğrenci Dinleme Metni, Soruları, Cevapları

 

Kıskanç Öğrenci Dinleme Metni, Soruları, Cevapları


Sınıfların birinde zeki ve kıskanç bir öğrenci varmış. Bu öğrenci diğerlerinin başarılarını baltalamaya çalışırmış, onlar konuşurken sözünü keser, başkalarının defterlerini karalarmış. Öğretmen durumu fark edince öğrenciyi tahtaya kaldırmış ve neden böyle davrandığını sormuş. Öğrenci itiraf etmiş. Öğretmenim kimsenin benim kadar başarılı olmasını istemiyorum ve bu nedenle başkalarına zarar veriyorum. Öğretmen tahtaya eşit büyüklükte iki çizgi çizmiş. Öğrenciye; bak burada aynı uzunlukta iki çizgi var. Birisi benim öbürü de senin olsun. Seninkinin daha uzun olması için ne yaparsın. 


Sizin çizgiyi silgiyle kısaltırım öğretmenim. Öğretmen bunun bir yolu daha var. Üstelik senin metodundan daha akıllıca demiş ve tebeşirle öğrencisinin çizgisinin boyunu uzatmış. Bak bu şekilde benim çizgim seninkinden daha kısa oldu. Hem de senin çizgin eskisinden daha uzun oldu. Başkalarından daha başarılı olmak istiyorsan onları sabote etmek yerine daha çok çalışmalı ve kendi yeteneklerini geliştirmelisin.


 

Sorular ve Cevaplar:

1) Zeki ve kıskanç öğrenci diğer arkadaşları konuşurken ne yaparmış?

Cevap: Kıskanç  öğrenci diğerlerinin başarılarını  baltalamaya çalışırmış, onlar konuşurken sözünü keser, başkalarının defterlerini karalarmış.

 

2) Öğretmen kıskanç öğrenciye neden kıskanç olduğunu söyleyince öğrenci ne cevap vermiş?

Cevap: Öğretmenim kimsenin benim kadar başarılı olmasını istemiyorum ve bu nedenle başkalarına zarar veriyorum demiş.

 

3)  Öğretmen kıskanç öğrenciye gösterdiği örnek ile nasıl bir der vermiştir?

Cevap:  Başarılı olmak için başkalarını geriye çekmek yerine kendini ileriye götürmeye bak, kendi yeteneklerinin farkına var ve daha çok çalış demek istemiştir.

 

4)  Bu metinden çıkaracağımız der nedir?

Kimsenin başarısını kıskanmamalıyız, kimsenin başarısızlığına da mutlu olmamalıyız. İnsan kendini geliştirmeli, kendi ile ilgilenmeli, daha çok çalışmalıdır. Böylece başkalarını kıskanmaya gerek  kalmaz ve boş yere kötü duygulara da sahip olunmamış olur.

Eskici Dinleme Metni, Soruları ve Cevapları

 

Eskici Dinleme Metni, Soruları ve Cevapları


 Vapur rıhtımdan kalkıp ta Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden, ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:

— Çocukcağız Arabistan'da rahat eder.
Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.
Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalman kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyla de güvertede  yolcuları epeyce eğlendirmişti.
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul'daki gibi:
— Hasan gel!
— Hasan git!
Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:
— Taal hun ya Hassen…
Diyorlardı, yanlarına gidiyordu.
— Ruh ya Hassen...
Derlerse uzaklaşıyordu.
Hayfa'ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
Artık ana dili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.
Fakat hem pürnakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:


— Gemel! Gemel! dedi.
Hasan'ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüveren cansız bir göğüs...
— Ya habibî! Ya aynî!
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar...
Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu.
Öyle, haftalarca sustu.
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığım duyuyordu, gene susuyordu.
Hep sustu.
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı.
Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasında da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.
Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.
Satıcı, iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki... Şaşarak, eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyla kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, İstanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.



Bir aralık nerede kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle sordu.
— Çiviler ağzına batmaz mı senin?
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
— Türk çocuğu musun be?
— İstanbul'dan geldim!
— Ben de o taraflardan... İzmit'ten!
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:
— Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
Hasan anladığı kadar anlattı.
Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık ta kendisi sordu:
— Sen niye buradasın?
— Bir kabahat işledik de kaçtık!
Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra «Ha! Ya? Öyle mi?» gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.
Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.
Hasan, yüreği burkularak sordu:
— Gidiyor musun?
— Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi, gök, pırıl pırıl akıyor.
— Ağlama be! Ağlama be!
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
— Ağlama diyorum sana! Ağlama!..
Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti, önüne geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.


Eskici Metni İle İlgili Soru ve Cevapları

1) Anne ve babası hayatını kaybeden Hasan kimin yanına, hangi ülkeye gönderilmiştir?

Cevap: Halasının yanına, Filistin’e gönderilmiştir.

 

2)  Hasan hangi deniz aracında eğlenmiş, çevresindekileri de  hareketleri ile mutlu etmiş, kendisini sevdirmiştir?

Cevap: Vapur

 

3) Hasan kaç yaşındaydı?

Cevap: Hasan beş yaşındaydı.

 

4) Hasan neden bir süre sonra konuşmamaya başlamıştır?

 Cevap: Çünkü gittiği yerlerde kendi ana dili konuşulmuyordu, bunun için de kendini garip hissetmiş ve konuşmamaya başlamıştır.

5) Hasan anlamaya başladığı Arapçayı neden inatla konuşmamıştır?

 Cevap: Çünkü Hasan kendi ana dilini unutmak istememiştir, ana diline inatla bağlı kalmayı düşünmüş olabilir. Bunun için de Arapça konuşmamıştır.

6)  Hasan farklı bir ülkeye gittiği için yaşamında neler değişmişti?

 Cevat: Kendi dili konuşulmuyordu, Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu..

 

7) Evin avlusuna giren adam nasıldı?

 Cevap: Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi.

 

8) Avluya giden adam hangi Türkiye’nin hangi ilinden gelmiştir?

 Cevap: İzmit.

 

9)  Hasan Türk olan adama neler anlatmıştır?

 Cevap: Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. 

 

10)  Hasan kaç aydır kendi ana dilini kullanmıyordu?

Cevap: Altı aydır kendi ana dilini kullanmıyordu.

 

11)  Kendi ana dilini bilen kişi ile karşılaşan Hasan ne yapmaya başladı?

Cevap:  Hasan; durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. 

 

12)  Eskici gideceğim deyince Hasan ne yapmıştır?

Cevap:  Hasan, sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi, gök, pırıl pırıl akıyor.

13)  Bu metne hakim olan duygu nedir?

Cevap: Ana dilini konuşamamanın verdiği hüzün.

 

14)  Bu metinden nasıl bir ders çıkarılabilir?

İnsanın ana dilini konuşacak kişiler ile  bir arada yaşaması, onu anlayan, onu dinleyen, onunla konuşan, aynı dile sahip olan kişilerin olması aslında büyük bir hazine, büyük bir değerdir. Ana dil çok önemlidir. Allah hiç kimseyi vatanından ayrı koymasın, kendi dilinden, kendi insanlardan uzaklaştırmasın.